22 Şubat 2016 Pazartesi

İftarlık Gazoz/Film


Tekrardan merhabalar efenim!
Bugün taze taze film yorumumla geldim. Sımsıcak bir emek öyküsü, sımsıcak bir Ege öyküsü, İftarlık Gazoz'la geldim! (Birazcık Egeliyizdir de övünmek gibi olmazsa :) )
Bakın, en baştan söyleyeyim. Birazdan yapacak olduğum yorum, tarafsız bir yorum değildir. Tarafsızlığın yanından bile geçemez. Kendim de yarı Muğlalı olduğumdan (yine övünmek gibi şey olmasın da) bu filmi öyle tarafsız gözlüklerle izleyemem efendim! Mümkünatı yok.

Baş rollerinde Cem Yılmaz ve Berat Efe Parlar'ın bulunduğu bu film Muğla'nın o güzelim taşlı yollarında, o güzelim yaylalarında, o güzelim irimlerinde çekilmiş. Ne de iyi çekilmiş!

Öncelikle söylemeden geçmeyeyim oyunculuklar şahaneydi. Cem Yılmaz da, minik baş rolümüz Berat Efe Parlar da harika bir iş çıkarmışlar. (Ki aslında Cem Yılmaz'ı pek sevmem, ilk defa bu filmde beğendim diyebilirim.) Özellikle Berat Efe Parlar'a o yaşına rağmen her şeyiyle hayran kaldım. Hadi tüm filmi geçtim, o son sahnelerdeki (şşt, spoiler yok) ağladığı yerde beni benden aldı. 'Tamam' dedim yani. 'Tamam, bu çocuk bu kadar olurmuş, artık oyuncu olmuş.'
Film en başta eğlenceli ve komik sahnelerle sizi güldürüyor. Filmin ilk yarısı benim açımdan hep gülmeyle geçti. Gerçi Muğlalı değilseniz benim kadar eğlenmezsiniz muhtemelen; çünkü salondakiler bir güldüyse ben on güldüm. Hatta en başlarda gözümden yaşlar geldi ve evde olsam anırarak güleceğim şeye sessiz kahkahalarımla eşlik etmek zorunda kaldım. (Lanet olsun sinema ortamı ._.) Diğerleri benim kadar gülmedi elbet ama genel olarak salondaki herkes ilk yarıyı güle eğlene tamamladı. İkinci yarı ise çok daha az güldürdü. Hele sonlara doğru her bir şeye gülmelerim iyice kesildi ve son sahnede gözlerim doldu. Kolay kolay ağlamayan bir insan olarak sonu beni bile çok duygulandırdı. (Gerçi bu, filmi başından beri çok benimsemiş olmamla da ilgili olabilir.) Öyle ki filmden çıktığımda dayak yemiş gibiydim ve gördüğüm her şeyde filmden bir parça arıyordum. O son gözlerimin önünden gidemedi bir süre. Öyle bitirmeselerdi ölürlerdi çünkü. -_-

Bu arada daha ilk yarıdan itibaren yavaş yavaş filmin içine devrimcilik, faşizm tarzı ögeler sokuluyor ve filmin sonlarında bu terimlerin etkili olacağını o andan hissediyorsunuz. Faşist falansanız aman diyeyim, sakın bulaşmayın bu filme. Bırakın biz devrimciler izleyelim, duygulanalım ve kahkaha atalım.
Herkesin anlayışına saygım var fakat bu film direk faşizmi yermek amaçlı yapıldığından açın izleyin diyemiyorum ne yazık ki.
İkinci yarının daha kahkahasız geçmesinin bir sebebi de, biraz da bu kavramların filmin içine daha çok sokulmasından. Artık iş ciddiye biniyor ve öldürücü sona dek eğlence git gide azalıyor. (Ah kalbim.) Tabi bu arada siz ekranlarınızda küçücük bir çocuğun azmini izliyorsunuz, emeği izliyorsunuz, oradaki insanların yaşam şeklini izliyorsunuz, muhteşem oyunculuklar izliyorsunuz. Yani izliyorsunuz da izliyorsunuz...

Belki filme gitmiş olanlarınız vardır da "Ne abartıyor bu salak bu kadar?" diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama ben size daha en başında demedim mi, yorumum tarafsız bir yorum değildir diye? Tarafsız bakmaya çalışsam ve bir anlık Muğlalı olmadığımı farz etsem keyifle izlediğim ortalama bir Türk film olurdu. (Belki de ortalamanın üstünde, beklentiye göre değişir bu.) Ama bir Muğlalı olarak her sahneye bayıldım, her espriye güldüm, her acıyı, her üzüntüyü, her sevinci derinlerimde hissettim.
Kısaca güzel bir aile filmi tarzı bir şey arıyorsanız gidebilirsiniz. Ama eğer Muğlalıysanız daha ne duruyorsunuz? Sakın izlemeden ölmeyin ey Muğlalılar!
E hadi bakem, gidiverin biyo..

9 Şubat 2016 Salı

Kız Kardeşim İçin/Kitap


Herkese tekrardan merhaba!
Bugün aynı zamanda filmi de olan, kendisini 3 günde (uykusuz kalarak ve son sayfalarda gecenin bir vakti ağlayarak) bitirdiğim bir kitapla tanıştırmak istiyorum.
Kitabın orijinal ismi My Sister's Keeper. Kitap da film de aynı isimle çıkmış ama bizim çok sevgili çevirmenlerimiz kitabı Kız Kardeşim İçin, filmi ise Kız Kardeşimin Hikayesi olarak çevirmişler. Bana sorarsanız ikisi de kitabın içeriğine uyan isimler ama Kız Kardeşim İçin daha doğru bir tercih sanırım. Çünkü kitap tamamen bir kız kardeşin diğeri için yaptıklarını anlatıyor.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki filmini 3 yıl önce izleyip ciğerlerim çıkana kadar ağlamıştım. Ki pek ağlak bir insan değilimdir, şu ana dek hıçkıra hıçkıra ağladığım sadece iki film oldu ve bu da o iki filmin ilki.
Filmini izlediğim sıralar kitaptan haberdar değildim. Sonradan öğrendim ki kitabı da varmış ve kitabın finali filmdekinden farklıymış. Bu da meraklanmama ve kitabı merak etmeme yol açtı haliyle. Ama çok sevgili (!) bir arkadaşımın verdiği bilgiler dolayısıyla kitabın sonunu da öğrenmiş oldum. Kısaca spoiler'ın alasını yedim anlayacağınız. Peki bu hevesimi kırdı mı? Tabi ki hayır.
Gidip kitabı aldım ve önemli tüm noktalarını bilmeme rağmen çok keyif aldım. Birkaç ayrıntı dışında hemen hemen her şeyi biliyordum ama ona rağmen yeri geldi şaşırdım, yeri geldi üzüldüm, yeri geldi kahkaha attım...
Kitap genel olarak ağır bir dramatik havada ilerliyor. Yani iç karartıcı, içinizi boğan kitapları sevmiyorsanız hiç bulaşmayın derim ben. Zira kendisi beni depresyona sokmak üzereydi.

Kitapların konusundan bahsetmeyi sevmiyorum, internete yazsanız zaten pek çok şey çıkar karşınıza. Kaldı ki hiçbir şey bilmeden bir kitabı okumak çok daha keyifli bence. Ama ufak bir ipucu vermem gerekirse kitabın kanserli bir kızın ve onun ailesinin yaşadıklarının etrafında toplandığını söyleyebilirim. Ama ana karakter tahmin edeceğiniz üzere kanser hastası olan kız değil, onun kız kardeşi.
Kitap her karakterin bakış açısından teker teker bakmanızı sağlıyor ve inanılmaz derecede empati kurdurtuyor. Kitap boyunca durmadan "Ben Anna olsaydım bunu yapar mıydım?" "Jess hangi duyguları hissetti ve sonucunda böyle bir yol seçti?" "Acaba ben onun yerinde olsaydım Sara gibi mi davranırdım?" gibi sorular sordum kendime. Empati kurmaktan kendimi alamadım. Her gelişen olayla birlikte o kişinin ruh halini, duygu durumunu ve kişiliğini anlamaya çalıştım. Sürekli 'ahlak' hakkında sorular sordurdu bu kitap bana. Yani psikolojik yönden oldukça doyurucu bir kitap olduğunu söyleyebilirim.
Benim kitaplara odaklanmam biraz zor olur, kitap ne kadar ilgimi çekerse çeksin sürekli ara verme ihtiyacı hissederim yoksa kitap beni boğar. Çok çok az kitap bana "Bir bölüm daha okuyayım, sonra kapatırım." "Aman şurayı da bitireyim." tarzı cümleler kurdurtmuştur. Bu da o kitaplardan biri oldu. Gerçekten çok sürükleyiciydi. Akıp gitti resmen. Benim gibi pek hızlı okuyamayan birinin bile 3 günde bitirmiş olmasından ne kadar sürükleyici olduğu anlaşılıyordur.
Kitapta o kadar güzel benzetmeler, o kadar güzel örneklemeler vardı ki sanki her cümlesi ayrı ayrı, özenle seçilmiş gibiydi. Pek çok cümle o kadar hoşuma gitti ki dönüp tekrar okuma ihtiyacı hissettim. Bir insan benzetmeleri bile bu kadar alışılagelmemiş ve mükemmel yapabilir mi yahu? Resmen her cümleye hayran kaldım.
Bir de o son... Ah, o son... Dedim ya kitabın sonunu bile öğrenmiştim diye. Her şeyi biliyor olmama rağmen son satırlarda şiddetli bir şekilde ağlamaya başladım. (ve bir daha hatırlatmak isterim ki hiç ağlak bir insan değilimdir) Durmadan ağladım. Ha, sonunu bilmesem daha mı çok ağlardım? Muhtemelen. Ama yine de beni ağlatabilmişse o kitap duygusal bir kitaptır.
Halen daha sonunu düşünüyorum. Halen daha Anna'yı Jess'i, Kate'yi düşünüyorum. Hepsiyle empati kuruyorum ve o lanet sona tekrar tekrar üzülüyorum. Uzun süre aklımdan çıkmayacak, çok içe dokunan bir kitaptı.
Peki kusursuz muydu? Bana kalırsa hayır. Kitap 500 sayfa civarı ve daha kısa olsa daha güzel bir kitap olacağını düşündürttü. Evet, harika benzetmeler vardı; evet, anlatım çok sürükleyiciydi ama bazı şeyler fazla uzatılmış gibi geldi bana. Gerekli olmayan bir sürü ayrıntı vardı ve bazen lafı uzattıkça uzatmıştı. Bazı yerlerde "Hadi artık, uzatma!" diye sinirlendiğimi hatırlıyorum. Eğer ki yazar kitabı sadeleştirip o yerleri atsa ve kitabı en azından 100 sayfa kısaltsa çok daha sade ve güzel bir roman yazmış olurdu bence. Ama bu kusurunun dışında kitaba yapabileceğim tek bir olumsuz eleştiri yok.
Kısaca dramatik kitaplardan ve hüzünlenmekten hoşlanıyorsanız, bol bol empati kurmak istiyorum diyorsanız, ya da en azından sürükleyici bir şeyler lazım bana diyorsanız alın okuyun. Pişman olmayacağınıza garanti veririm.
Sıradaki kitap Gurur ve Önyargı olsun o zaman. Bir sonraki kitapta görüşmek dileğiyle!

7 Şubat 2016 Pazar

Roger Ackroyd Cinayeti/Kitap

Herkese tekrardan merhaba!
Bugün ayıla bayıla okuduğum, bir tanecik yazarım Agatha Christie'nin kaleminden çıkan en güzel kitaplardan biri olan Roger Ackroyd Cinayeti'yle karşınızdayım.
Bilenler bilir, Agatha Christie'nin kalemi bir başkadır. Seven kadar sevmeyeni de bulunur gerçi. Bunu tarz meselesine bağlıyorum ben. Mesela kitap boyunca bir dedektifin (tercihen canım ciğerim Hercul Poirot'un) kanıtlar bulmasını, bunları yorumlamasını ve sürekli katile kafa yormasını herkes benim gibi heyecan verici bulmayabilir. (Gerçi kitapları ince olduğundan ben bu kısımları bayacak derecede uzattığını düşünmüyorum; zira bu tip kitapları 500 sayfaya kadar uzatanları da mevcut.) Ama dediğim gibi tarz meselesi ve herkes benim gibi sıkılmadan okumak zorunda değil. Çok sıkıcı bir yazar olduğunu söyleyenler de var bu yüzden. Ama bir kere severseniz de rüzgarına kapılıp gidersiniz. Dedektif romanı okumak istiyorsanız çok iyi bir başlangıçtır Agatha.
Gel gelelim bu kitaba... Öncelikle şunu söyleyebilirim ki yazarın okuduğum en iyi iki kitabından biriydi. Aslında kitabın sonuna dek diğer kitaplarından bir farkı yok. Yine bir cinayet işlenmiş, yine ortada bir dedektif var, yine kanıtlar teker teker ortaya çıkıyor, yine kafa patlatıyorsunuz ve sonunda yine katil ortaya çıkıyor. Kitabı muhteşem yapansa tam olarak katilin ortaya çıktığı kısım. O kadar şaşırdım ki yarım saat boyunca "Yok artık canım, bu kadarı da olamaz!" diye dolaştım evin içinde. Şu kadarını söyleyeyim ki katili bulana helal olsun. Gerçekten helal olsun. Varsa haber etsin de gidip bir elini öpeyim. O derece söylüyorum. Katili öğrendiğinizde gözleriniz yuvalarından fırlayacak. "Nasıl bir zekanın ürünüdür bu?" diyeceksiniz. En azından ben böyle söyledim. :*
Daha önce de dediğim gibi yazarın okuduğum en iyi iki kitabından biriydi. Kesinlikle ama kesinlikle şaşırttı, dehşete düşürdü ve bir cinayet kitabından ne beklenirse hepsini yaptı.
Kısaca demem o ki Agatha Christie seviyor iseniz, ya da dedektiflik romanlarından hoşlanıyor iseniz, ya da "Bu türe bir adım atmalıyım artık!" diyor iseniz bu kitap tam size göre. Gerçi Agatha'nın kitaplarına başlangıç için uygun kitap olup olmadığı tartışılır. Ama bana göre, yazarın sonraki kitaplarından bu derece bir performans beklememek şartıyla, kitabı okuyabilirsiniz.
Haydi o zaman, ne duruyorsunuz?

5 Şubat 2016 Cuma

Aşk ve Gurur/Film


Herkeslere merhaba! Bugün blog'umun ilk film yorumuyla karşınızdayım.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki bugüne dek aşk filmleri izleyip gerçekten sevmeye çalışmama rağmen hepsini sıkılarak ve hiç beğenmeyerek izledim. Ah ne Notebook'lar, ne Umut Işığım'lar tükettim, yine de sevemedim bu türü! Oysa ben hiçbir şeye ön yargıyla yaklaşmamaya çalışan, her türü sevip, sadece belli başlı türlere yönelen biri olmamaya çalışırım. Bu yüzden de aşk temalı filmleri sevmeye epey çalıştım, ama hiçbiri fayda etmedi.
Ta ki bu filme kadar.
Bir defa filmde bir an bile sıkılmadım ve bu oldukça önemli bir nokta. Çünkü ben çok beğendiğim filmlerde bile ara verip soluklanma ihtiyacı hissederim yoksa beni boğar. Çok az filmde dikkatimi aralıksız 2-3 saat boyunca önümdeki ekrana verebilmişimdir. Bu da o filmlerden biri oldu. Tuvalet ihtiyacı dışında filmin başından kalkmadım/kalkamadım.

Sonraki söylemem gereken şey ise filmi sürekli sırıtarak izlemiş olmam. Peki komik bir film miydi? Hayır. Sırıtarak izleme olayı sanırım sadece bana ait çünkü ben eski dönemlerle ilgili her şeye, ama her şeye bayılırım. Bu da eski dönemde geçtiği ve o dönemin yaşayışını, evlerini, kıyafetlerini, efendime söyleyeyim zihniyetini, danslarını vs yansıttığı için çok hoşuma gitti ve sürekli sırıttım. O kadar hoşuma gitti ki bilgisayara atlayıp onların yanına gitmek geldi içimden. Hatta filmi çok beğenmiş olmamın en büyük etkenlerinden biri de bu; eski dönemleri yansıtması.
Oyunculuğa gelecek olursam içlerinde tanıdığım (ve çok sevdiğim) birkaç oyuncu vardı. Onlar da filmi daha da güzelleştirdiler benim için. En başta Keira Knightly ve Carey Mulligan olmak üzere (bayılıyorum bu iki kadına da) Jena Malone, Donald Sutherland ve Matthew Macfadyen bildiğim oyunculardandı. Özellikle Keira'nın oyunculuğu muhteşemdi. Kitabını her ne kadar okumamış olsam da bu kız bu role cuk oturmuş dedirtti yani :)

Onca izleyip de hayal kırıklığına uğradığım aşk filminden sonra bu film cidden ilaç gibi geldi. Aşklarına imrendim, ara ara "Aşkta da gurur olur muymuş be!" dedim (ama bir yandan da adama hak verdim) Bittikten sonra bile dakikalarca ekrana bakıp filmi düşündüm ve tekrar tekrar sırıttım. İlk defa bir aşk filmde aralarındaki aşkla büyülendim ve hiç sıkılmadım.
Kısaca ben filmi çok beğendim.
Fakat bir de olumsuz yorum eklemem gerekirse (o kadar da olsun artık) filmde altta görüyor olduğunuz kızın oyunculuğunu hiç beğenmedim. Repliklerle dile getirmemiş olsalar ne kızın utangaç olduğunu anlardım, ne de verdiği diğer tepkilerin anlamını. Üstelik bir de kitapta çok güzel tasvir edilmiş sanırım. En azından Keira'dan güzel olması gerekiyormuş ama kız fiziksel açıdan bile role oturmamış. Yapabileceğim tek olumsuz eleştiri bu olur sanırım.

Yorumum ne kadar sağlıklı oldu bilemiyorum. Sonuçta benim filmi beğenmemin en büyük nedeni eski dönemde geçmesi ve oyuncuların gösterdiği muhteşem oyunculuklardı. Fakat şunu söyleyebilirim ki eski zamanlarda geçen aşk filmlerini seviyorsanız sakın ha kaçırmayın. Alın kucağınıza peluş ayınızı, patlatın iki tabak mısır ve bırakın aksın sahneler. Siz de mısırlarınızı ses çıkara çıkara yerken ikilinin aşkına hayran kalın.